Takıntılarla Yaşa(yama)mak- 2

“Takmayacağım hayatı, takılmayacağım insanlara.” dediğimiz olmuştur. “Boş ver!” sesleri çokça da duyulmuştur. Çünkü her bir takıntılı düşünce ayağımıza pranga, elimize kelepçe vurmaktadır. Hayat zindan olabilmekte, yaşamı olumsuz etkilemektedir. Robin Sharma da “Yüzleşmeye cesaret edemediğimiz korkular sınırlarımızı belirler.” demektedir. Kendimize engeller çıkarıp ardından da “Bu engeller de nereden çıktı?” denilmektedir. Takılıp yolda kalıyorsa insan, bir adım öteye gidemiyorsa can, yanına yaklaşamıyorsa canan, kendimizle yüzleşebilmeli şu an. Bazen hırs ve doyma bilmezlik, bazen bencillik, kimi zaman aşırı koruma ve kollama kaygısı kimi zaman da güven(sizliğ)e dayalı kontrol ihtiyacı. Adını ne koyarsak koyalım, yüzleşmekten korkmayalım.

Bir de gündelik hayatlarımız var…

Sahiplenmekteyiz bizim olmayan şeyleri, bizim zannetmekteyiz hayatın devamı için verilenleri. Başta beden ve ruh bizim olmadığı gibi “benim, bizim” dediğimiz hiçbir şey de bizim değil, emanet verilmiş ve tekrar alınmak üzere. Sahip olduğumuzu iddia ettiğimiz maddi nesnelerin yanında sahip olduğumuzu ima ettiğimiz duygu ve düşüncelerimiz: benim Üniversitem, benim okuduğum okul, benim memleketim, benim kullandığım marka, benim tercih ettiğim tür, benim…benim…benim…

Genç bir kız vardır, daha 20’li yaşlarında. “Aileme yardımcı olayım.” düşüncesiyle çalışmaktadır, ailenin en büyük çocuğu olarak, eğitime devam etmek yerine. Ve bir gün talibi çıkar, evlenmek aklından bile geçmez, evlenmek şu an neyine. Ama talipli aile varlıklıdır ve annenin gönlü vardır kızı vermeye. Daha kızına sormadan istemeye gelsinler der, baba şaşkındır. İstenir, kız verilir ve nişan yapılır. Allah’tan damat hoşgörülüdür de zar zor da olsa kızın gönlü ısınır ona. Ama annesinin bu oldu bittiye getirme işini anlayamamaktadır, bırakın kızı baba da olaylardan bihaberdir. Çok geçmeden düğün konusu açılır ki anne hemen yapalım der, 4-5 ay gibi kısa bir sürede düğün yapılmak istenir. Ve nihayet anne ağzındaki baklayı çıkarıverir, bilezik istemektedir kendine hem de birkaç adet. Kocası şaşırıp karşı çıkmaya çalışsa da kadın vazgeçmez ve düğün de olur, kadının istekleri de. Kızın anneye olan öfkesi artmıştır ve her aradığında “Ben seninleyim hep anne.” deyip bir bahaneyle ya telefonu kapatmakta veya eve gelmesine engel olmaktadır. Aradan 1 yıl geçmiştir ve her seferinde reddedilen anne dayanamaz. Anne bir gün eşini de alır yanına ve habersiz kızının evine gider. Anne-babasını karşısında gören kız şaşırır. Anne içeri girer girmez, “Derdin nedir kızım senin, neden böyle yapıyorsun, bizi kendinden ayrı koyuyorsun?” der. Kızı da “Anne ben hep senin yanındayım zaten” der. Anne nasıl yani diyerek şaşırır ve kız annesinin kolunda sallanan ve şıkırdayan bilezikleri göstererek, “Yanındayım işte.” der. Anne durumu anlar ve bilezikleri çıkarıp masaya bıraktıktan sonra kızına sarılır da birlikte ağlaşırlar. 

Başka bir anne daha vardır, her sınavdan 90 ve üzerinde almasına rağmen “Neden 100 almadın?” diye sorgulayan. Gün gelir de çocuk üniversite sınavına girer ve yüksek bir puan alarak mühendislik seçmek ister. “Ben olmasam, bu puanı alamazdı.” düşüncesinde olan anne ise, doktor annesi olmak için tıp fakültesi istemektedir. Çocuk annesinin zoruyla iyi bir tıp fakültesini kazanır ve 3 yıl da okumuştur. Çeşitli hasta ve klinik tecrübelerinden sonra bu mesleği yapamayacağını anlayan genç, tekrar sınava hazırlanır ve yine iyi bir üniversitenin mühendislik fakültesini kazanır, 4 yıl sonunda.

Hırs gözümüzü bürümekte de kendileri emanet olan çocuklarımızın hayatını bile sahiplenmekteyiz. Gerek düşük benlik algımız, gerek tama ve kıskançlığımız nelere yol açmaktadır. Zira farenin biri bir gün Yaradan’a yalvarmış yakarmış “Beni kedi yap.” diye de duası kabul olmuş ve kedi olmuş. Bakmış kendinden güçlüler var, “Bana cesaret ver ve kaplan yap.” demiş. Bu duası da kabul olmuş da bakmış ki kaplan olmanın da birçok zorluğu var, “Sen beni tekrar fare yap.” demiş ve tekrar özüne dönmüş fare olarak. Kendimiz olarak özümüzü yaşamadığımız müddetçe sıkıntı ve problemler ortaya çıkacak, takılıp yolda kalınacaktır.

Bir taraftan bize ait olmayanları sahiplenerek, koruma adına takılıp kalmaktayız ve vazgeçememekteyiz, diğer taraftan da sorumluluktan kaçmaktayız. “Çok kazanma arzusu herkeste var.”, “Çocuğumun iyi yerlerde olmasını istemem suç mu?”, “Ne olacak kendime ait bir alan oluştursam?” ve daha nice savunma. Çözüm: olmayanları, olmayacakları öne sürüp bahane etmek yerine olabileceklerle plan yapmak ve dahi neden olmadıkları hakkında bilgi toplayarak aynı hataya düşmeme sorumluluğunu üstlenebilmek. Hatalarla yüz yüze gelmek, kendi payımıza düşene karar vermek. Her başarıyı sahipleniyoruz sadece emek bizimmiş gibi ama sonuca, nihayete erememiş işleri pay ediyoruz(!) “sahiplerine”, sizin yüzünüzden oldu diyerek yüzlerine. Dış görünüşten çıkıp içe yönelse insan, kendisiyle yüzleşecek, her an verilecek derman. Ve başaracağına inanacak, sorumluluğu alacak, saf ve duruluğu yaşayacak.

Ülserden dolayı doktora gider amca. Doktor reçete yazar ve “Al bunu her gün sabah aç karnına suyla birlikte iç, bir ay sonra tekrar gel.” der. Amca bir sonra geldiğinde sonuca şaşıracaktır doktor, zira hastalıktan eser kalmamıştır. Doktor, “ilaçların bu kadar çabuk netice vereceğini ummamıştım.” der. Amca ise “Ne ilacı doktor bey oğlum. Senin dediğini yaparak verdiğin reçeteyi götürdüm, bir sürahi suyun içine attım. Dediğin gibi her gün aç karnına bir bardak içtim.” der. Gülümser doktor ve bir şey diyemez. Kendi sorumluluğuna dikkat eden amca denileni yaparak aç karnına içmiştir suyu; başkasının işine-sorumluluğuna karışmamıştır, güzelleşmiştir huyu. Şifa’yı Şafi’ye havale etmiş, gayrısını düşünmemiş. İnanarak içimize yönelsek neler olmayacak ki? 16. yüzyılda yaşayan Alman Doktor Celcus da bunu vurgulamakta: “İlacın şifa veren gücü onun içeriğinde değil, belki de kullanıcının ruhundadır.”.

Her biri otomatik düşünce olarak karşımıza çıkan takıntıların kaynağı biziz, kendimiz. Birazdan dönmek üzere çıktığımız bir yolda yürürken, bu yola köpüklü su serpmektir, kendi elimizle. Hayıflanmaya yer yok dönerken kayıp düştüğümüzde. Fark etmeli kendini, kısır döngüye düşmemek üzere. “Sadece kuruntu, geçer.” de bu döngüde, “Bana hasta diyecek.” kaygısı da; “Kurtulamıyorum.” da burada, “Yine başaramadım, başaramam.” da.

Çözüm, değişime inanmakta. Kendinle yüzleşmek, cesaretle “Bu benim.” diye kabullenmek var ilk adımda. Her bir düşünce ve bu düşünce sonucunda yapılan davranışı yazmak, ikinci basamakta. Ve şimdi sıra, hayatımızı etkileyen düşünce ve davranışı hayalen yaşamakta. Artı ve eksileri not edilmeli dördüncü olarak da. En önemli işlem beşinci sırada; “Bu düşünce ve davranışlar olmadığında hayat nasıl yaşanıyor?” şimdi ve burada. Artık, azim ve kararlılık kemendi otomatik düşüncelerin boynunda. Yönetebiliyoruz, istediğimiz zamanda.

Her düşünceyi takmamak, takılıp yolda kalmamak adına, kurtulmalı sahibi olduğunu gördüklerinden ve yönelmeli içe, yol almalı varlıktaki hiçe, hiçliğe. Yüzleşmeli korkmadan beniyle; almalı sorumluluğu kendiliğiyle. “Dünya bağını kopar, maddeye olan bağlılıktan kendini kurtar da hür ol.” demekte Mevlana ve eklemekte “İyilik et, başkalarına hizmette bulun da kendinden kurtul, ten aleminden dışarı çık.”

Tak, takıştır sorumluluğu kendine, yüzleş ve kurtul;

Her şeyi Sahibine bırak, yüksel ve huzur bul.

 

Barış Yılmaz | Psikolojik Danışman