Kayıp ve Travma

“Kırılma, aslında bir bozulmaya veya yokluğa gidişe değil, yeni bir varoluş biçimine ve değerli bir yaşam dersine dönüşebilir.”

Kayıp ve Travma

Kayıp ve travmanın sıklıkla kişiler için harap edici etkileri vardır. 6 Şubat depremlerinin hissettirdikleriyle bu etkinin boyutlarını birçoğumuz en derinden tekrar farkına vardık. Travmatik yaşam olayı insanın hayatla yaptığı anlaşmaların bozulmasına yol açar, karmaşık duyguların içine sokar, fiziksel semptomlar gösterir, olayı yeniden deneyimleme ve bazı davranışlar sergilememize yol açar. Bunlar, olağanüstü durumlara verilen olağanüstü tepkiler oldukları için normaldirler.

Kayıp ve travmayla mücadele ederken değişken tepkiler gösterebiliriz ve bu süreçte rutinimize geri dönmek ve duygusal sağlığımızı geri kazanmak zorlayıcıdır. Halbuki bu zorluğu anladığımızda çözüm için kapıyı aralamış oluruz. Örneğin, yaşantının şiddeti (insan eliyle üretilen travmatik yaşantılar ya da doğal afetler), yaşantının hemen öncesindeki psikolojik özelliklerimiz (kişilik özellikleri, psikolojik dayanıklılık, zeka gibi) ve geçmişte karşılaşılan benzer zorluklar (kronik ya da geçici) gibi etkenler iyileşmenin seyrini belirler. Bu yazıda yukarıdaki etkenleri anlamaya ve sonrasında travmanın parçaladığı ruhsal durumumuzu nasıl onaracağımızdan kısaca bahsedeceğim. Sonraki kısımda bu etkileri anlamaya çalışacağız.

Travma ve Kaybın Hayatta Kalan Üzerindeki Etkileri

Kayıp ve travma etkilerini 4 grupta toplayabiliriz. İlk olarak, travma sonrasındaki ilk birkaç gün yaşanan duygusal sıkıntı ile hayatımız felç olabilir. İkinci olarak, travma, benlik algımızın, sosyal rollerimizin ve kimliğimizin zarar görmesine neden olabilir. Üçüncü olarak, Travma içinde yaşadığımız sosyal ve fiziki dünya ile ilgili temel varsayımlarımızın ve dünyayı algılayış biçimimizin değişmesine sebep olabilir. Sonuncusu ise travma sonrası, geçmişte keyif verici olan aktiviteleri yapmakta veya değer verdiğimiz sosyal ağımızdaki insanlarla bağlantıda kalmakta zorluk çekebilir veya hayatımızın normal akışına geri dönmeyi kaybedilen sevilen kişiye bir ihanet gibi algılayabiliriz. Bu 4 etki grubunu daha detaylı ve örneklerle ele alalım

  1.     İlk birkaç gün, inanılmaz yoğun bir duygusal sıkıntı içinde olabiliriz. Dolayısıyla, basit mantık yürütmeleri hatta yemek yeme ve duş alma gibi bazı temel öz-bakım davranışlarını gerçekleştiremeyebiliriz. Bu yoğun duygusal bunalım döneminde deneyimimizi daha da kötü yapan ise bir dizi “ilkler”dir. Örneğin, kaybettiğimiz kişi olmadan ilk yemeğimiz, kaybedilen bir uzuv sonrası ilk defa aynaya bakmamız, terkeden partner sonrası yatağımızdaki ilk yalnız uykumuz. Sonu gelmeyen ilkler serisi haftalarca ya da aylarca da sürebilir örneğin, işimizi kaybettikten sonra parasızlıktan dolayı çocuğunuza doğum gününde ilk defa hediye alamamak gibi. Her “ilk” deneyimi acı dolu özlem duygusuyla birlikte hatıraları gözümüzde canlandırır. Halbuki yas ve yoğun keder olağanüstü durumlara verilen normal psikolojik tepkilerdir. Dolayısıyla, bu duygusal yoğunluk çoğunlukla zaman içerisinde şiddetini kaybeder ve azalır. Ama zaman içinde şiddetini yitirip kaybolmazsa da yapmaktan hoşlandığımız şeyleri, yaratıcılığımızı, etkinliklerden aldığımız keyfi ve heyecanı kaybediyor olabiliriz. Bütün bu olumlu duygular, üzüntü, acı ve geçmiş üzerine işlevsiz biçimde düşünüp durma gibi reaksiyonlar tarafından maskelenebilir.
  2.     Bir otomobil kazasında ya da bir fabrikada çalışırken bir kolumuzu kaybedebiliriz. Uzvumuzu talihsiz biçimde kaybedebiliriz ve hayatımıza devam edecek derecede fiziken tedavi alabiliriz ama bütün bu tedavi sürecinin üzerinden yıllar geçse bile travmanın bıraktığı psikolojik etkileri kazadan hemen sonrasındaki kadar taze kalabilir. Travma bizi yeni bir gerçekliğe adapte olmak zorunda bırakır. Bu gerçeklik yeni bir görünüş, kimlik ya da benlik olabilir. Örneğin kendini sportif ve hareketli biri olarak tanımlayan birinin bir trafik kazasından sonra sağlığını kronik bir rahatsızlıktan dolayı kaybetmesiyle birlikte kalan yaşamında kendisi için farklı özellikler bulması gerekebilir ve bu süreç zaman ve emek gerektirdiği için zorluklar barındırabilir. Kişinin yeni benliğine dair yeni keşifler yapması gerekebilir ve kim olduğuna, zevk aldığı aktivitelerdeki manaya dair yeni anlamlar bulup analiz edip benliğini yeniden şekillendirme ihtiyacı içinde olabilir. Bu yapılmaz veya eksik kalırsa kendisini tanımlayan şeyler belirsiz, belki de çelişkili şeyler olabileceğinden kişi kendiyle ilgili büyük bir şüphe veya nefret içinde olabilir.
  3. “Ne ekersen onu biçersin”, “her şeyin bir nedeni vardır”, ya da “her şey nedensiz şekilde, rastgele meydana gelmektedir” gibi herkesin dünyayı anlamlandırdığı çeşitli inanışları vardır. Bu gibi inanışlara sahip olmak hayatı anlamlandırmak için bir ihtiyaçtır. Bunun da ötesinde bu ihtiyacımızın ya da bakış açılarının farkında olmasak da var olmayı sürdürürler ve hayata bu lensler aracılığıyla bakmaya devam ederiz. Ayriyeten, hayata dair varsayım ve inanışlarımızla geçmişimizi de anlamlandırır, geleceğe dair kararlar alırız. Bütün bu işlevlerinin yanında, bunlar bir travma yaşantısıyla sarsılabilir. Örneğin, “ne ekersen onu biçersin” inanışına sahip biri, bir doğal afette yakınını kaybettiğinde “bunu hak edecek ne yaptım” diye sorgulayarak başladığı anlamlandırma sürecinde inanışına yönelik şüpheye yol açabilir. Oluşan şüphe ile ise hayata dair artık kendini güvende hissetmez bir halde bulabilir.
  4. İlişkide olduğunuz için çok memnun olduğunuz ve her şeyi birlikte yaptığınız romantik partnerimizi kaybettiğimizde, bu ekstra zorlayıcıdır. Bir anda o kişinin hayatımızdan çıkması ortak yaptığımız aktivitelerden uzak kalıp kendi içimize çekilmemize, kaybedilen kişiyi takıntı haline getirmemize, o kişiyle kafamızın içinde konuşuyor olmamıza ve bir olaya karşı o olsa şöyle reaksiyonlar gösterirdi gibi düşüncelere sahip olmamıza neden olabilir. Bunlar çoğunlukla kayıptan belli bir süre sonra kaybolur ve hayatımıza devam edebiliriz. Ama bazen bu aşamada takılı kalabiliriz. Bu aşamada takılı kalmak, bizi kendi benliğimizi yeniden tanımlamaktan, iyileşmekten, belleğimizdeki anılarda sürüklenmemizi sonlandırmamızın önüne geçebilir. Tedavi edilmediğinde ise, travma hayatımızı askıya almış olur ve sonuç olarak, travmanın gelip benliğimizi tanımlamasına izin vermiş oluruz.

Travma’nın Ruhumuzda Oluşturduğu Çatlakları Onarmak

Bu onarımı geleneksel bir sanat türü olan Kintsugi ile anlatmak istiyorum. Bu tekniği kullanan sanatçılar, deneyimlerin ve yaşanmışlığın özgün ve benzersiz izlerini kırılmış nesnenin parçalarını altın ve gümüşle yapıştırıp eski haline getirerek ortaya çıkarırlar. Kökenini asırlar öncesinden alan antik Japon felsefesine göre, kırılma, aslında bir bozulmaya veya yokluğa gidişe değil, yeni bir varoluş biçimine ve değerli bir yaşam dersi olduğuna işarettir. Travma yaşantısının ruhsal etkileri kırılmaya ya da dağılmaya benzemektedir. Tedavi sürecine yaklaşımımız ise Kintsugi sanatındaki gibi olabilir, daha açık bir ifadeyle, travmanın psikolojik etkileri kırılma, bozulma ve yokluk olarak hissedilse de, yeni bir varoluş biçimine dönüştürülebilir.

Küçük bir kapanış notu ise: kintsugi sanatındaki gibi yeni bir varoluş sürecinde zorlandığınızı hissederseniz ya da travmanın ruhsal tepkileri olması gerekenden daha uzun sürerse bir ruh sağlığı uzmanından yardım talep etmelisiniz. 

Mustafa Gürcan