Şimdi ve Burada Değilsek Neredeyiz?

Mutfakta, radyodan gelen müziğe eşlik ederek patatesleri soymaya başlamıştı Müjgan. Eti buzluktan çıkaralı 2 saat, havuç ve soğanları suya bırakalı da yarım saati geçmişti. Yine unuttu Müjgan etleri buzluyken kesmeyi, şimdi zorlanacaktı, “Görüyor musun bak, nasıl da unuttum.” diye hayıflandı. Artık ne fayda, etin buzu çözülmüş, hafiften kan bile bırakmıştı. Elinde bıçak “Üf!” diyerek patatesleri soymaya devam etti. “Geçenki yemekte kekik koymayı unutmuştum, ya şimdi de unutursam? Aaaa, kekik de bitiyor evde. Mükremin kekik toplamaya götürür mü acaba, ya götürmezse?” diye düşünürken bıçağın ucunu avucunun içinde hissetmesiyle irkilmesi bir oldu. Bereket versin kesilmemişti, kan yoktu. Kendini müziğe kaptırarak patates soymaya devam ederken geçen hafta eltisinde yedikleri yemek geldi aklına: Hani Mükremin’in övgüler dizdiği yemek. Öve öve bitirememişti Mükremin yengesinin yaptığı yemeği de elti Melahat şiştikçe şişmişti. “Nasıl da gururlandı, uçacaktı neredeyse. Hani Allah var yemek güzel olmuştu olmaya ama Mükremin beni hiç böyle övmedi, övmez. Hiç mi güzel yemeğim yok?” diye düşünürken kendini koridorda buldu.

Yaklaşık 5 metrelik bir koridordu bu. Koridorun tam ortasında sadece o alanı aydınlatacak kadar bir lamba vardı ve o aydınlanan alanda her iki duvarda karşılıklı asılı boy aynası vardı. Müjgan’ın sonradan fark edeceği bir de hoparlör vardı tavanda asılı olan. Koridorun her iki ucu da karanlıktı ve içeri doğru kıvrılıyordu. Müjgan tam koridorun ortasındaydı ki sağa sola bakamadan ön tarafından bir ses duydu ve elinde bıçağıyla patatesleri doğrayarak sesin geldiği tarafa doğru gitti. Koridor sonunda karanlığa doğru vardığında ses arttı ve şöyle diyordu: “Haftaya arkadaş toplantısı var, Melahat da gelecek, ne giyecek acaba? Yine farklı bir kıyafet giyecek de gün boyu o mu konuşulacak? Ya Keriman, Allah’ım her seferinde farklı bir saç şekliyle geliyor, bir de kendisinin yaptığını söylüyor. Hani saç yapma işinden anlamasam yutturacak da neyse. Herkes saçıyla ilgilenirken havasından geçilmiyor. Hele hele…” derken uzaklardan başka bir ses duyuldu. Doğradığı patatesler bitmiş havuçlara geçmişti bile. Tam koridorun ortasında, aydınlığa geldiğinde elinde bir kırmızılık olduğunu fark etti. Aaaa, havuç doğruyordu, patatesler ne zaman bitmişti. Tam yan tarafına doğru dönecekti ki ses daha bir duyulur olmuştu. Koridorun diğer ucundan geliyordu bu ses ve Müjgan havuçları doğrayarak o tarafa doğru yöneldi. Sese doğru ilerledikçe ses arttı: “Geçen hafta eski komşum Neriman’ın oğlanın sünnet düğünü vardı, ne kadar da çok gelen olmuştu. Neriman’ın daha orada burnu havaya kalkmıştı, sanki gelenler kendi tanıdığı gibi. Allah bilir şimdi neler düşünüyor? Hani gelenlerin çoğu kocası Hayrettin’in tanıdığı yani eşimle ortak arkadaşları olmasa neyse, eşim de tanıyor. Neyse ki Hayrettin Bey mütevazi birisi. Yahu bir de biz evlendirdik Neriman’ı Hayrettin’le. Neriman, bari bana yapma! En azından, en azından…” diye düşünüyordu ki yine bir ses duydu uzaklardan, koridorun diğer ucundan geliyordu. Bu sefer o tarafa doğru yönlendi, gözünde hafif yaş vardı ve yanıyordu gözleri. O arada koridorun ortasına doğru gelmişti ki havuçları bitirip soğanları doğramaya başladığını anladı. Yüzünü sağa doğru çevirdi ve kendini aynada gördü. Tam yüzündeki sivilceyi fark etmişti ki ilerden gelen ses baskın çıktı. Oraya yöneldi ve karanlığa girdiğinde ses, Müjgan’ı tamamen etkisi altına almıştı: “3 gün sonra işyerinde Müdüre Hanıma, hanım da hanım yani ya neyse, proje sunumları var. Yükselmek için bir fırsat da o Şaziye yok mu Şaziye. Şimdi nasıl hazırlanıyordur kim bilir? Çoluk çocuğu unutmuştur, bir tek sunuma çalışıyordur. Yapmadığı iş değil. Ya Şahin Bey’e ne demeli? Hadi kadınlar çalışıyor da sana ne oluyor be adam. Gerçi Şaziye’yi “benden” sonra durdurabilen tek kişi, düşündüm de erkek olması da başka bir artı. Hani Şaziye’dense Şahin Bey’i tercih ederim, yine de ben olsam, ben olsam…” derken birden arkadan gelen sesle irkildi. Ses koridorun diğer sonundan geliyordu. Elinde tencere o tarafa doğru gidiyordu ki koridor ortasında, tencereye önce etleri koyduğunu fark etti. “Aman önce soğanları çevirecektim bir yağda, şimdi et suyunda çok da güzel olmaz.” diyebildi. Aynaya baktı ve saçlarının çok dağınık olduğunu gördü ki ses daha bir duyulur olmuştu ve o tarafa yöneldi. Koridor sonunda karanlığa daldığında ses her yeri kapladı: “Bülent Bey fazla mesai ücreti almayı nasıl da beceriyor? Gün içinde çalışmayıp işi bırakıyordu ama fark edilmiyordu da sonra mesaiye kalıp bir de mesai ücreti alıyordu. Hele bir de Düriye yok mu? Yürüme mesafesindeki şubeye dosya götürmüştü de yürüyerek gidip gelip zaman kaybettiği halde dolmuş ücreti yazdırmıştı. Bir de gelmiş, övünerek anlatıyordu. Nasıl yapabiliyorlar, nasıl acaba, nasıl?…” derken bir yanık kokusu geldi burnuna, “Aman Allah’ım! Et dibine tutuyor, karıştırmadım” diyebildi ve koşarak elinde kaşıkla koridor ortasına geldi, bir taraftan yemeği karıştırdı, bir taraftan aynada kendine bakmaya başladı. Önce saçlarını düzeltti, soğanları koyduktan sonra ve şimdi sivilcesine yöneldi, “Kendime bakmayı unutmuşum.” dedi. Yemeği pişmeye bıraktıktan sonra aynada kendine bakmaya devam etti. Neden sonra, derin bir nefes aldı ve “Gerçi Melahat’ın yemeği güzeldi. Onu yemek yaparken takip ediyorum hiç acele etmiyor, tane tane yapıyor işleri, sanki yemeği yaşıyor. Mükremin’in “Sevgisini katıyor herhalde.” demesi bu yüzden olsa gerek. Hani Mükremin de beni övmüyor değil, o gün böreklerimi övmüştü, hoşuma gitmişti.” Fokurtuyla birlikte kaynama sesi duyuldu. “Şimdi nasıl da hemen duydum, baharatları atmam lazım. Az önce hiçbir şey anlamamıştım. Sonra, iş yerindekilerin de iyi yönleri var. Aslında ben de az değilim hani. Yahu az önce neler duyup düşünüyordum, şimdi neler söylüyorum. Şu an buradaysam, az önce neredeydim; az önce buradaysam, şu an neredeyim? Aynadaki iç içe geçmiş görüntüm gibi, hangisi BEN, anlayamadım.

Çoğu zaman “Neden gerçekten istediğim şeyi yapamıyorum?” diye sorarız ve daha cevabını arayamadan kendimizi, geçmişi veya geleceği düşünüyor olarak buluruz. An’ı yaşamak, hele de günümüzde çok zor şey, çeldiriciler çok fazla. Yoğunlaşmak, o anı, sadece o anı yaşamak. Ne anılarda ne de algılarda, sadece o anda orada olmak ve o anı hissetmek. Okurken, yazarken, dinlerken, seyrederken, yerken ve daha nicesini yaparken. Anda olmak ve anı kontrol altına almak. Anda kalmak, anlamak, anlamlandırmak. Orada olduğunu ısrarla, sabırla hissetmek. Bundan olsa gerek “Israr, sabır ve direnç gücümüz; -şimdi- bilincinin gelişmesiyle sağlanır.” demekte Bozdağ.

Anılarda yaşamak, ‘an’ı yaşayamamak; algılara takılmak, gerçekçi olmayan hayallerde kalmak, an’ı yakalayamamak. Kaçmak kendinden ve yüzleşmekten, korkmak sorumluluktan. An demek aynaya bakmak demek; şimdi demek, yüzleşmek demek, şu an demek sorumluluk almak demek. Ve çözümü doğru yerde aramak demek. Samanlık yanıyorsa şu an yangını neyin çıkardığının ne önemi var. “Yangını söndürmek için ne yapmak lazım?” diye düşünmek lazım. Tam da şu an ve burada “İnsan varoluşunun özü: sorumluluktur.” diyor Prof. Frankl her şeyin Sahibine kapı aralayarak: “Muhakkak ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onu yüklenmekten çekindiler ve korktular, insan ise onu yükleniverdi. (Ahzab, 33/72)”. Sorumluluğu üzerimize alabildiğimiz ölçüde şu anı yaşayabiliyoruz. Ya da anı yaşayabiliyorsak bunun sorumluluğunu alabiliyor, yüzleşebiliyor ve başa çıkabiliyoruz demektir. Yoksa Nietzsche’nin dediği gibi “hayatını yaşamak yerine hayat tarafından yaşananlardan” oluveririz.

İyi peki tamam da çözüm ne? An’ı yaşamak için ne yapmamız gerekir?

Geçmiş yaşandı bitti, gelecek de henüz gelmedi, elinde ne varsa kullanarak an’ın tadına bak. Her ne yaşanıyorsa; sevinç-hüzün, endişe-korku, yas mutluluk. Gülünmesi gereken yerde gülmek, ağlanması gereken yerde ağlamak; olunması gereken yerde olmak, durulması gereken yerde dur(ul)mak. Bunlar için;

  • Şu an elimizdekiyle yetinmek. Mevcut şartlarından mutluluğu yakalayamayan mutsuz olmaya mahkumdur.
  • Geçmişi sorun deryalarından çıkarıp tecrübe okyanuslarına çevirmek. Geçmişi, yaşanmışı o anda bırakıp tecrübeyi şu ana getirebilmek. Bu da genellikle iki şekilde karşımıza çıkmakta: affetmek ve kendi kusurunu görmek.

Affetmek: İnsanın kusurlu varlık olduğunu bilerek ilişkide bulunulan insanları ve yeri geldiğinde kendini affetmek, affedebilmek. Ricoeur, “Bağışlamak –sen yaptıklarından daha değerlisin- demeye gelir, yani sende umut var, yaptığın şeyden başka şeyler de yapabilirsin demektir.” diye tanımlamakta. Yaptığımız veya yapılan hatalardan ders çıkarıp bu hataları dahi şu ana getirmek.

Kendi Kusurunu Görmek: Kim her ne şekilde yaşamışsa yaşamış, yaşamaktadır. Sorumlu olduğumuz kişiler haricinde nasıl yaşadıkları bizi ilgilendirmeyecektir. Çünkü değiştirebileceğimiz alan sınırlı ve bunun için de öncelikle değişime kendimizden başlamamız gerekmekte. Zira bilgenin biri şöyle anlatmaktadır: “20’li yaşlarda dünya düzenini değiştirmek için çabaladım, 30’lu yaşlarda bunun için ülkemin değişmesi gerektiği fikrine inandım. 40’lı yaşlara geldiğimde şehrimdeki insanların değiştiğinde ancak bu amaca ulaşabileceğimi, 50’li yaşlarda ise işe ailemden başlamam gerektiğini düşündüm. İşe kendimi değiştirerek başlamam gerektiğini öğrendiğimde yaşım 60’lardı ama artık iş işten geçmişti.”

Kendi kusurunu gören, başkasının kusurunu görmez.

  • Gelecekle ilgili düşünceleri gerçekçi planlara dönüştürmek gerekir. “Şu şöyle olsa, bu böyle olur”, “şuradan şu gelse, buradan da bu gelse”, “şöyle mi olacak, böyle mi olacak” diye düşünmek ve hayıflanmak yerine hedefimiz doğrultusunda şu an adım atmak. Elimizden geleni eksiksiz yapmak, bizim dışımızdaki etkenleri bizden dışarda tutmak. Yani kimsenin işine karışmamak, sorumluluğu sorumlu olana bırakmak, üzerimize almamak. Bize düşeni yapıp olana razı olmak; kendi işimizi yapıp Yaratıcı’nın işine karışmamak.

Yarın aç kalmayayım diye bugünden yemek yememek ve nasıl olsa kirlenecek deyip boyasız ayakkabıyla dolaşmamak.

Ve aslında anı yaşamak, ne yapıyorsak SON KEZ yapıyormuşçasına yapmak. Son yemek, son iş, son sipariş, son muhabbet, son okuma, son dinleme, son veda, son el sallama, son sarılış ve belki de son nefes. Kendini verme, yoğunlaşma da burada konsantre olmak da. Ve dahi SON KEZ.

Ve şöyle demekte Prof. Frankl: “İkinci defa yaşıyormuşçasına ve ilk defa şimdi yapmak üzere olduğunuz gibi hatalı hareket etmişçesine yaşayın.” Anılarda ve algılarda değil, AN’da yaşamak dileğiyle.

Barış Yılmaz- Psikolojik Danışman